Zekât nedir, kimlere farzdır?
Yayınlanma:
Güncelleme:
İnzar Dergisi, Mustafa Çelik Hoca ile zekât konusunda söyleşi yaptı.
İnzar Dergisi'nin aylık dosya konusuna binaen Mustafa Çelik Hoca ile zekât konusunda yaptığı söyleşiyi istifadenize sunuyoruz:
Hocam öncelikle birkaç fıkhi soru ile röportajıma başlamak istiyorum. Zekât nedir, kimlere farzdır?
İmanın göstergesi, İslâm’ın köprüsü, helal malın örtüsü olan zekât, Kur’ân mektebinin nurlu kavramlarındandır. Sözlükte artma, çoğalma, temizlik, bereket, iyi hal ve övgü anlamlarına gelen zekât, dinî bir terim olarak Şeriatte "Havaci-i Asliyye/asli ihtiyaçlar" dışında nisab miktarı mala sahip olan ve bu sebeple zengin sayılan Müslüman`ın, bu zenginliği üzerinden havelan-ı havl/1 tam yıl geçtiğinde dini yükümlülük gereği olarak vermesi gereken miktarın adı olup Allâh rızası için nass-ı Kur’ân ile kayıt altına alınan muayyen kişilere verilmesi demektir. Malî ibadetlerden biri olan zekât, İslâm`ın beş temel esasından olup, hicretin ikinci yılında Medine’de farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin...” (Bakara, 2/43, 110; Hac, 22/78; Nur, 24/56; Mücadele, 58/13; Müzzemmil, 73/20); “Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin, arıtıp yücelteceğin bir sadaka al ve onlar için dua et; çünkü senin duan onlara huzur verir. Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe, 9/103) buyrulmaktadır. Zekât; Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit olan muhkem bir farzdır. Zekâtın farziyetini inkâr eden kâfir olur. Demokratik Laik ülkelerde Lâ dini rejimlere verilen vergiler, zekât sayılmaz. Şurası muhakkaktır ki; "Zekât" ile "Vergi" arasında, teşri kaynağı, gaye, miktar ve harcanacağı yerler noktasından izahı mümkün olmayan farklar vardır. Zekât; Allahû Teâla (cc)`nın koyduğu bir ibadettir. Hangi maldan, hangi süre içerisinde, ne kadar ve kimlere verileceği Resûl-i Ekrem (sav) tarafından izah buyurulmuştur!.. Bu şer`i hududlara hiç kimsenin tecavüz etmesi veya onu değiştirmesi mümkün değildir. "Vergi" ise; insanların ihtiyaçlar sebebiyle, kendi akıllarına göre tayin ettikleri ve ibadet olma özelliği bulunmayan iktisâdî bir olaydır. Darû`l İslâm` da dahi; Beytülmal`de "Zekât" bölümü, diğerlerinden ayrı mütalâa edilir. Zira masraf yerleri birbirinden farklıdır.
Zekât; bencilikten ve büyüklenmeden arınarak ben’ci ve bencil bir uygarlığa karşı başlatılan iman merkezli bir isyandır. Zekât; Müslüman olarak sadece paramız olduğu zaman, paramızın ya da malımızın kırkta birini verip "kurtulmak" değildir. Zekât hayatımızın her karesinde ve kademesinde, sadece parayla, giyecekle, yiyecekle değil, sadece zengin olunca değil, var olduğumuz her an, her yerde, her halde bizi saran bencilliğe, başımıza ebedi belâ olarak inen büyüklenmeye, Firavunlaşmaya ve Karunlaşmaya karşı ebedî bir başkaldırıdır.
Zekât, gül medeniyetinin gülen güllerinin sayılarını çoğaltmaktır. Zekât; “İnsan insanın kurdudur” diyerek krizler üreten küresel vurdumduymazlığa inat, “insan insanın yurdudur” gerçeğini bütün cihana hatırlatan bir fariza-i diniyyedir, mali bir hutbe-i ezeliyyedir.
Zekât; Allah için Allah emrettiği şekilde seve seve vererek ebedî sevinçler kazanmaktır. Zekât; genelde insanlığın, özelde ise İslâm ümmetinin kazanım ve kazançlar yumağıdır. Zekât farizasının aslına ve usulüne uygun olarak ihya edildiği her yerde kazanım ve kazanç vardır.
Zekât; tebessümümüze muhtaç, tesellimize aç çaresizleri; yardımımızı bekleyen, ikramımızı uman yetim, öksüz ve yoksulları “cennet”imiz olarak yeniden bize hatırlatan ve kazandıran bir ibadettir.
Zekât vermenin belirli bir vakti var mıdır? Varsa vaktinden önce zekât verilebilir mi?
Her ibadetin bir vakti olduğu gibi, zekât ibadetinin bir vakti vardır. Zekâtın vakti, Havelan-ı Havl’dır. Yani malın üzerinden bir tam senenin geçmesidir. Havelan-ı Havl; yıllanma, üzerinden bir yıl geçme anlamında zekatla ilgili olan bir fıkıh terimi. Yıl başında ve sonunda nisap miktarı mala sahip olan kimsenin, zenginliğinin üzerinden bir yıl geçmesini ifade eder. Zekâtın farz olmasının şartlarından birisi "yıllanma"dır. Diğer şartları şunlardır: Hür olmak, Müslüman olmak, âkıl ve bâliğ olmak, Hanefiler dışındaki çoğunluğuna göre, küçüklerin ve akıl hastası olan zenginlerin mallarına da zekât gerekir. Diğer yandan malın zekâta tâbi mallardan olması ve malda tam mülkiyetin bulunması da farz olma şartlarındandır.
İmanın göstergesi, İslâm’ın köprüsü, helal malın örtüsü olan zekât, Kur’ân mektebinin nurlu kavramlarındandır. Sözlükte artma, çoğalma, temizlik, bereket, iyi hal ve övgü anlamlarına gelen zekât, dinî bir terim olarak Şeriatte "Havaci-i Asliyye/asli ihtiyaçlar" dışında nisab miktarı mala sahip olan ve bu sebeple zengin sayılan Müslüman`ın, bu zenginliği üzerinden havelan-ı havl/1 tam yıl geçtiğinde dini yükümlülük gereği olarak vermesi gereken miktarın adı olup Allâh rızası için nass-ı Kur’ân ile kayıt altına alınan muayyen kişilere verilmesi demektir. Malî ibadetlerden biri olan zekât, İslâm`ın beş temel esasından olup, hicretin ikinci yılında Medine’de farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin...” (Bakara, 2/43, 110; Hac, 22/78; Nur, 24/56; Mücadele, 58/13; Müzzemmil, 73/20); “Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin, arıtıp yücelteceğin bir sadaka al ve onlar için dua et; çünkü senin duan onlara huzur verir. Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe, 9/103) buyrulmaktadır. Zekât; Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit olan muhkem bir farzdır. Zekâtın farziyetini inkâr eden kâfir olur. Demokratik Laik ülkelerde Lâ dini rejimlere verilen vergiler, zekât sayılmaz. Şurası muhakkaktır ki; "Zekât" ile "Vergi" arasında, teşri kaynağı, gaye, miktar ve harcanacağı yerler noktasından izahı mümkün olmayan farklar vardır. Zekât; Allahû Teâla (cc)`nın koyduğu bir ibadettir. Hangi maldan, hangi süre içerisinde, ne kadar ve kimlere verileceği Resûl-i Ekrem (sav) tarafından izah buyurulmuştur!.. Bu şer`i hududlara hiç kimsenin tecavüz etmesi veya onu değiştirmesi mümkün değildir. "Vergi" ise; insanların ihtiyaçlar sebebiyle, kendi akıllarına göre tayin ettikleri ve ibadet olma özelliği bulunmayan iktisâdî bir olaydır. Darû`l İslâm` da dahi; Beytülmal`de "Zekât" bölümü, diğerlerinden ayrı mütalâa edilir. Zira masraf yerleri birbirinden farklıdır.
Zekât; bencilikten ve büyüklenmeden arınarak ben’ci ve bencil bir uygarlığa karşı başlatılan iman merkezli bir isyandır. Zekât; Müslüman olarak sadece paramız olduğu zaman, paramızın ya da malımızın kırkta birini verip "kurtulmak" değildir. Zekât hayatımızın her karesinde ve kademesinde, sadece parayla, giyecekle, yiyecekle değil, sadece zengin olunca değil, var olduğumuz her an, her yerde, her halde bizi saran bencilliğe, başımıza ebedi belâ olarak inen büyüklenmeye, Firavunlaşmaya ve Karunlaşmaya karşı ebedî bir başkaldırıdır.
Zekât, gül medeniyetinin gülen güllerinin sayılarını çoğaltmaktır. Zekât; “İnsan insanın kurdudur” diyerek krizler üreten küresel vurdumduymazlığa inat, “insan insanın yurdudur” gerçeğini bütün cihana hatırlatan bir fariza-i diniyyedir, mali bir hutbe-i ezeliyyedir.
Zekât; Allah için Allah emrettiği şekilde seve seve vererek ebedî sevinçler kazanmaktır. Zekât; genelde insanlığın, özelde ise İslâm ümmetinin kazanım ve kazançlar yumağıdır. Zekât farizasının aslına ve usulüne uygun olarak ihya edildiği her yerde kazanım ve kazanç vardır.
Zekât; tebessümümüze muhtaç, tesellimize aç çaresizleri; yardımımızı bekleyen, ikramımızı uman yetim, öksüz ve yoksulları “cennet”imiz olarak yeniden bize hatırlatan ve kazandıran bir ibadettir.
Zekât vermenin belirli bir vakti var mıdır? Varsa vaktinden önce zekât verilebilir mi?
Her ibadetin bir vakti olduğu gibi, zekât ibadetinin bir vakti vardır. Zekâtın vakti, Havelan-ı Havl’dır. Yani malın üzerinden bir tam senenin geçmesidir. Havelan-ı Havl; yıllanma, üzerinden bir yıl geçme anlamında zekatla ilgili olan bir fıkıh terimi. Yıl başında ve sonunda nisap miktarı mala sahip olan kimsenin, zenginliğinin üzerinden bir yıl geçmesini ifade eder. Zekâtın farz olmasının şartlarından birisi "yıllanma"dır. Diğer şartları şunlardır: Hür olmak, Müslüman olmak, âkıl ve bâliğ olmak, Hanefiler dışındaki çoğunluğuna göre, küçüklerin ve akıl hastası olan zenginlerin mallarına da zekât gerekir. Diğer yandan malın zekâta tâbi mallardan olması ve malda tam mülkiyetin bulunması da farz olma şartlarındandır.

Zekâtın farz olma şartlarından yıllanmanın delili, hadisle, tâbiî ve İslâm hukukçularının icmâıdır. Hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Üzerinden bir yıl geçmedikçe hiç bir mala zekât yoktur" (İbn Mâce, Zekât, 5; ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râyâ li Ehâdîsi`l-Hidâye, II, 328).
İslâm bilginleri yıllanmanın şart olduğunda görüş birliği içindedir. Bu konuda birinci asırda İbn Abbas (ö. 68/687) ve Muâviye`den (ö. 60/679) yapılan rivâyet dışında bir görüş ayrılığı yoktur. İbn Rüşd`e (ö. 520/1126) göre; bu anlaşmazlığın nedeni, yıllanma konusunda sağlam bir hadisin bulunmamasıdır. Çünkü İbn Ömer`den (ö. 73/692) nakledilen yukarıdaki hadis merfûdur (İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, II, 261, 262).
Ebû Hanîfe`ye (ö. 150/767) göre, üzerinden bir yıl geçmesi bakımından mallar ikiye ayrılır. a) Nakit para, altın, gümüş ve ticaret malları ile yılın yarısından fazla bir süreyle mer`ada yayılan hayvanlar (Sâime). b) Tarım ve maden ürünleri. Birinci maddedeki malların zekâtında, nisaba mâlik olduktan sonra bir yıllık sürenin geçmesi şarttır. Toprak ürünleri ile madenlerde ise bir yıllık süre şartı aranmamıştır. Çünkü bir yılda, birden çok ürün alınabilen topraklar da vardır (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Kahire 1327, II, 51; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, I, 510; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, II, 31, 72).
Üzerinden bir yıl geçmesi, zekâtın farz olması için şart koşulan mallarla, yıllanma şartı bulunmayan mallar arasındaki farkı, İbn Kudâme (ö. 620/1223) şöyle belirtir: "Bir yıl geçmesi şartına bağlı olan mallar, gelişmesi için elde bulundurulan ve saklanan mallardır. Hayvan, sütü ve yavrulaması için bulundurulur. Ticaret malları, kâr amacıyla saklanır. Nakit paralar da böyledir. Bunların üzerinden bir yıl geçmesi şartı konulmuştur. Çünkü bunlar gelişmenin beklendiği mallar olup, zekâtının kârdan çıkması amaçlanır. Çünkü bu daha kolay olup, malın tükenmemesini ve yoksullara yardımın sürekliliğini sağlar. Toprak ürünleri ve meyvalar ise kendileri gelişme halindeki gelirlerdir. Zekâtı verileceği zaman gelişmesini tamamlamış olur. Bundan sonra artık gelişmeye değil eksilmeye doğru gider" (İbn Kudâme, el-Muğnî, Muhtasaru el-Hırkî Şerhi, Kahire, t.y., I, 625).
Ancak toprak ürünleri ve meyvaların yıllanma şartı dışında tutulması, üreticiler bakımındandır. Bunların zekâtı, şartlan gerçekleşince onda bir (öşür) veya sulama yapılan yerlerde yirmide bir nispetinde verilir (el-Kasânî, a.g.e., II, 57-63). Toprak ürünlerini satın alıp, elinde ticaret amacıyla bulunduran tahıl tüccarları ise, bunların zekâtını diğer ticaret mallan gibi verir. Yani bunlar kırkta bir zekâta tabi olur. Nisaba yeni mâlik olmuşsa, üzerinden bir yılın geçmesi de gereklidir.
Ebû Hanîfe`ye göre, insan eliyle öşür arazide yetiştirilen buğday, arpa, pirinç, darı, karpuz, hıyar, patlıcan, yonca, çay, şeker kamışı gibi ürünlere nisap aranmaksızın, az olsun çok olsun öşür hükümleri uygulanır. Ebû Yusuf (ö.182/798) ve İmam Muhammed`e (ö.189/805) göre ise, yaklaşık bir tonu (beş vask) bulmayan hububattan ve insanların ellerinde bir yıl kadar kalmayacak sebzelerden öşür alınmaz (Bilgi için bkz. el-Kâsânî, a.g.e., II, 53 vd; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., II, 4; İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, I, 245; İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 689; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletühu, II, 800 vd).
Fakihler şartları gerçekleşen malda zekâtın derhal (fevrî) yani sene biter bitmez ödenmesi gerektiğinde görüş birliğine varmışlardır. Çünkü malda gerçekleşen zekât borcu, artık kul hakkıdır. Bu borcun ödenmesini -özürsüz olarak- geriye bırakmak câiz değildir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüş bu olduğu gibi, İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel`in görüşü de bu yöndedir.
İslâm`da prensip olarak ibadetler hemen yerine getirilmesi istenen bir husustur. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Hayırlar(ı işlemede) yarış yapınız" (Âl-i İmrân 3/133) buyurur. Bütün hayır işlerinde acele etmek övüldüğüne göre, malda gerçekleşen fakir hakkının bir an önce hak sahiplerine ödenmesi de övülmeye değer bir iştir.
Âlimler nisap miktarı mala sahip olmadan önce, zekâtı peşin olarak vermenin caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü zekâtın farz olmasının sebebi henüz ortada yoktur, dolayısıyla alışverişten önce parayı ödeme durumunda olduğu gibi, yine adam öldürmeden önce diyet ödemede olduğu gibi, önceden ödenmesi caiz değildir. (et-Mühezzeb, 1,166; et-Muğni, II, 631)
Fakat zekâtın farz olma sebebi bulunduğu zaman -ki bu tam bir nisaba malik olmaktır- malın zekâtını önceden verme konusunda iki görüş vardır.
Cumhura göre; Nisaba malik olan kimsenin zekâtını yılı dolmadan önce kendi isteği ile önceden vermesi caizdir. Çünkü bu kişi zekâtını farz olma sebebi gerçekleştikten sonra ödemiştir. (Fethu`l-Kadîr, 1,516; el-Bedâyi, II, 50 vd.; el-Mühezzeb, 1,166 vd.; el-Hadrandyye, 105; el-Muğni H, 629 vd.; el-Mecmû1, VI, 139; Keşşafa`l-Kınâ, II, 310 vd.)

Hz. Ali (r.a)`den rivayet edildiğine göre: "Hz. Abbas (r.a) Resulullah (a.s)`a vakti gelmeden önce malının zekâtını peşin ödemeyi sormuş, Hz. Peygamber (a.s) bu konuda ona ruhsat vermiştir." (Bu hadisi Ahmed, Ebu Dâvud, İbni Mace ve Tirmİzî hasen bir isnatla rivayet etmişlerdir. Ebu Dâvud bu hadisin Hasan b. Müslim`den mürsel olarak rivayet edildiğini zikretmiştir. En sahih olanı da budur. Neytü`t-Evtâr, IV, 149.)
Zekât, iyilik ve kolaylık olması için tecil edilen malî bir haktır. Dolayısıyla, vakti gelmeden önce peşin olarak verilmesi de caizdir. Bu tecilli olan bir borcu peşin ödemek, hata ile adam öldürme diyetini peşin ödemek gibi olup, tecil edilmiş malî haklara benzemektedir.
Şafiîlere göre: Peşin zekât vermenin yeterli olmasının şartı, sene içinde mal sahibinin yıl sonuna, Fitre de Şevval ayının girmesine kadar zekâtın farz olmasına ehil olarak kalmasıdır. Bunun gibi, yıl sonunda zekân alan kimsenin yahut Şevval girdiği zaman fitreyi alan kimsenin zekât ve fitreye müstehak olması şarttır. Eğer bu iki şart bulunmadığı için, peşin olarak verilen zekât yeterli değilse ve zekâtı alan kişi de bunun peşin verilen zekât olduğunu biliyorsa bunu geri alır. Eğer mal sahibi veya bu zekâtı alan kimse zekât geri alınmadan önce ölürse yahut alan kimse mürted olursa yahut kaybolursa yahut başka bir mal ile ihtiyaçtan kurtulursa yahut nisap eksik olursa yahut verilen zekât alanın mülkiyetinden çıkarsa ve ticaret malı değilse, farz olduğu zaman ehil olmaktan çıktığı için peşin olarak verdiği zekât kâfi değildir.
Zahirîlerle Malikîlere Göre: Senesi dolmadan zekâtı vermek caiz değildir. (Bidayetü`l-Müctehid, I, 266; eş-Şerhu`l-Kebîr, 1,431; et-Kavânînü`l-Fıkhıyye, 99; Neylü`l-Evtâr IV,151.) Çünkü zekât namaza benzeyen bir ibadettir, vakti girmeden önce çıkarılıp verilmesi caiz olmaz. (İbni Kudame Hz. Peygamber (sav)`in şu hadisini delil olarak ileri sürmüştür: "Yıl dolmadan zekât ödenmez.") Aynı zamanda yıl geçmesi zekâtın iki şartından biridir, nisapta olduğu gibi, zekâtın yıldan öne alınması caiz değildir.
Zekâtın Farz Olmasından Sonra Malın Yok Olması:
Zekât farz olup mal yok olduktan sonra zekâtın farziyetinin düşmesi konusunda fakiblerin iki görüşü vardır.
Hanefîlere göre: Zekât farz olduktan sonra mal yok olursa zekât düşer. Bunun gibi öşür ve mukaseme haracı da düşer. (Fethu`l-Kadîr, 1,514-516; ed-Dürrü`l-Muhtâr, II, 28 vd., 100 vd.; el-Bedâyi, II, 15) Çünkü farz olan miktar nisabın bir parçasıdır. Bunun bir sebebi de kolaylığı gerçekleştirmektir. Çünkü zekât kudret-i müyessire ile farz olmuştur. Kudret-i müyessire zekâtı ödeyinceye kadar zenginlik durumunun devam etmesidir. Dolayısıyla, zekât mahalli olan nisabın yok olması sebebiyle farz olan zekât da düşer. İster ödeme imkânı bulunmuş olsun ister olmasın, hüküm değişmez. Çünkü şeriat zekâtın farz olmasını, zenginlik durumunun zekâtı ödeme vaktine kadar devam etmesine bağlamıştır. Buna bağlı olan şey onsuz gerçekleşmez. Buradaki kudret-i müyessire, nema vasfıdır, nisap değildir.
Kudret-i müyessire yok olsa da, bir kimse malını tüketmekle, yani kasten yok etmekle zekât borcu düşmez. Çünkü bunda kendisinin sebep olduğu haksızlık vardır. Malın bir kısmı kendiliğinden helak olursa, parçayı bütüne benzetme yolu ile, helak olan kadar zekât düşer.
Fitre ile hac parasına gelince bunlar farz olduktan sonra düşmezler. Şahitlerin ölümü ile evliliğin batıl olmamasına benzer.
Bu iki mesele arasındaki fark şudur: Zekât büyüme ve gelişme ile ilgilidir. Dolayısıyla, zekât için ödeme imkânı bulunması şart koşulmuştur ki, insanlara kolaylık olsun. Çünkü insan, gücünün yettiği ile muhataptır. Kişinin bu maldan başka malının bulunmaması da caizdir. Fitre ve hac gibi durumlarda ise edanın farzlığı, malın büyüme ve gelişmesine bağlı değildir. Sadece zimmette vaciptir. Dolayısıyla bunun için yapabilme kudreti (kudret-i mümekkine) şart koşulmuştur.
Şöyle düşünülebilir: İkraz (borç vermek) ve iareden (ödünç) sonra, ticaret malının ticaret malı ile değiştirilmesinden sonra malın yok olması kendiliğinden helak olmadır, zekât gerektirmez. Fakat ticaret malını ticarî olmayan mal ile değiştirmek, otlak hayvanlarını otlak hayvanı ile değiştirmek kulun fiili ile olan istihlâktir, bunların zekâtını ödemek gerekir.
Cumhura göre: Zekât farz olduktan sonra mal helak olursa, zekât borcu düşmez, bunu ödemek gerekir. (Bidayetü’l-Müctehid, I, 241; el-Mühezzeb, I, 144; el-Kavânînü’l Fıkhıyye, 99; el-Muğnî, D, 68: vd.) Zekâtın tazmininde ödeme imkânının bulunması şarttır, farz olan zekâtta şart değildir. Çünkü bir kimse üzerine bir farz gerçekleşirse ödemekten aciz olma sebebiyle ondan berî, uzak olmaz. Bu fitre sadakası ile hac malında ve diğer borçlarda olduğu gibidir. Zekât, malın sahibi üzerine belirlenmiş bir haktır. Lâyık olan kimselere ulaşmadan önce telef olursa, bu sebeple mal sahibi ondan berî olmaz. Bu, insana olan borçlara benzer. Bir kimse, zekât miktarı malı malından ayırsa ve onu zekât olarak vermeye niyet etse, sonra da bu zekât telef olsa, telef olan zekât mal sahibinin tazminindedir. Yani onu ödemesi gerekir. Bu sebeple o kişiden zekât borcu düşmez. Bu ayrılan zekât miktarı malı verilmesi gerekli kimselere ulaştırmaya gücü yetsin veya yetmesin hüküm değişmez.
Malikîler hayvanların zekâtını bundan istisna etmişlerdir. Çünkü Malikîlere göre hayvanların zekâtının farz olması, sene geçmesiyle beraber zekât memurunun çıkıp istemesi ile gerçekleşir, eğer zekât memuru gelmeden önce mal telef olursa zekâtını ödemek zorunda değildir.
İbni Rüşd bir tarafa ayrılmış olan zekât malının çalınma, yanma yahut kaybolma suretiyle elden çıkması hususunda beş görüş zikretmiştir.
1. Mutlak olarak mal sahibi bu zekâtı ödemez.
2. Mutlak olarak öder.
3. Eğer kendi kusuru ile zekât telef olmuşsa öder, eğer bir kusuru olmaksızın yok olmuşsa ödemez. Malikî mezhebinde meşhur olan görüş budur.
4. Eğer muhafazada kusurlu davranmışsa tazmin eder, değilse geride kalan malının zekâtını öder. Ebu Sevr ile Şafiî bu görüştedirler.
5. Fakirler ile mal sahibi hisseleri ölçüsünde kalan malda ortak olurlar. (Bidayetü`l-Müctehid, 1,240; bk. Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 3, s. 268-271)
Netice olarak zekât vermenin belli bir zamanı olmayıp, farz olduğu andan itibaren verilmesi gerekir. Bunun için belli bir ayı veya Ramazanı beklemeye gerek yoktur. Ancak, zekât vermekle yükümlü olanların, yükümlü oldukları andan itibaren en kısa zamanda zekâtlarını vermeleri uygun olur.
Zekât ile Fıtre kimlere verilir ve kimlere verilmez?
Zekât’ın kimlere verileceğini Rabbimiz kendi Kştab-ı Kerim’inde beyan buyurmuştur. Hz. Peygamber (sav) dahil olmak üzere her Müslüman bu hususta Allah’ın beyanına uymakla mükelleftir. Bakınız Rasûlüllah (sav bir hadislerinde " Bana zekât ver" diyen birisine şöyle buyurmuştu: "Yüce Allah zekâtın verileceği yerler hususunda ne bir peygamberin, ne de bir başkasının hükmüne razı olmayarak, onunla ilgili hükmü kendisi verir. On sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o sekiz sınıfın içinde isen sana hakkini veririm" (Ebu Davud, Zekât: 24 ; Ahmed b. Hanbel, Müsned,4:169 )
Evet, zekâtı farz kılan Cenab-i Hakk onun nereye verileceğini de kendisi tayin etmiştir: "Sadakalar (zekâtlar) Allah`tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir." ( Tevbe Suresi/60 ) Bu ayette geçen sekiz sınıfı şöyle açıklayabiliriz:
1. Fakirler ve miskinler: Hanefilere göre fakir, nisap miktarı mala sahip olmayan kimsedir. Yani ihtiyacından fazla olarak nisab mikdarı bir mala sahib olmayan kimsedir. Bu kimsenin temel ihtiyaçlardan olan evi, ev eşyası ve borcuna denk parası bulunsa da, yine fakir sayılır.
2. Miskin ise hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Buna göre miskin, fakirden daha muhtaçtır. Yani Hiç bir şeye sahib olmayıp yemesi ve giymesi için dilenmeye muhtaç olan yoksul kimsedir. Şafiilere göre ise, fakir hiçbir mal ve kazancı olmayan kimsedir. Miskin de, mali veya kazancı olup da geçimine kâfi gelmeyen, yani gideri gelirinden fazla olan kimsedir. Buna göre fakir miskinden daha muhtaçtır.
Peygamber Efendimiz(s.a.v) de bir hadislerinde miskinle ilgili olarak söyle buyurmuştur: "Miskin, bir iki hurma veya bir iki lokma ile geri çevrilen değildir. Asil miskin, insanlardan bir şey istemediği için onlar tarafından durumu bilinmeyen, bu sebeple kendisine bir yardımın yapılmadığı kimsedir." ( Ebu Davud, Zekât:24 ; Buhari, Zekât:53 ; Müslim, Zekt:101 )
3. Zekât Memurları: Zekât mallarının toplanması, korunması, hesaplarının tutulması ve layık olanlara dağıtılması için devlet başkanı veya yetkili kıldığı kimse tarafından görevlendirilen kişidir. Bu, çalışma karşılığında alınan bir ücret olduğundan, zekât memurunun zengin olması zekâttan hisse almasına engel değildir.
4. Müellefe-i kulub: Müellef-i kulub, gönülleri İslâm’a ısındırılanlar demektir. Bunlardan bazıları yeni Müslüman olmuş inançları zayıf olan kimselerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) İslâm’a ısınmaları ve Müslümanlara zarar vermemeleri için onlara zekâttan pay vermiştir. Mesela Uyeyne bin Hisn ile Akra bin Habis, Peygamber Efendimiz (s.a.v) `nin bu gaye ile hisse verdiği kimselerdendi.
Fakat Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhüm) müellefe-i kuluba zekât vermemişlerdir. Hz.Ömer (r.a), zekâttan hisse isteyen Uyeyne bin Hisn ve Akra bin Habis`e "Rasûlüllah (s.a.v) kalplerinizi İslâm’a ısındırmak için size hisse veriyordu. Artık Allah, dinin güçlendirmiştir. Müslüman kalmaya devam ederseniz ne ala, aksi takdirde bizimle sizin aranızda kılıç vardır" demiştir.
Hanefiler, müellefe-i kuluba zekât verilmeyeceği görüşündedir. Âlimlerin çoğunluğuna göre ise, müellefe-i kuluba ihtiyaç anında günümüzde de zekât verilebilir. Şafiîlere göre kâfir olanlara zekât verilmez.
5. Köleler: Efendisiyle hürriyetine kavuşmak üzere anlasan köleler de, kendilerine zekât verilmesi gereken gruplardan birisidir. Bu da dinimizin insanların kölelikten kurtulması için gösterdiği gayretlerden birisidir.
7. Allah yolunda cihad edenler: Allah`ın dinini ve dince mukaddes tanınan şeyleri korumak, Allah’ın ismini yüceltmek için mücadele eden kimselerdir. Bunu sadece maddi cihad olarak anlamamak gerekir. Manevi cihad edenlere de zekât verilir.
8. Yolcular: Parasızlık sebebiyle yolda kalmış olanlardır. Memleketlerinde zengin olsalar dahi böylelerine zekât verilir.
Sadaka-i fıtır, Ramazan ayının sonuna yetişen ve aslî ihtiyaçlarından başka en az nisap miktarı mala sâhip bulunan her Müslüman`ın vermesi vâcip olan mali bir ibadettir. Fitre nefsin zekâtıdır. Bayram sabahını canlı olarak çıkan için vaciptir. Bayram namazından önce de verilir, sonra da verir. Kazası yoktur. Çünki her zaman verilir. Bayramdan önce verilmesi müstehaptır. Kendilerine zekât düşen herkese fitre de verilebilir. Fıtır sadakası (fitre), kişinin bulunduğu yerdeki fakirlere verilmelidir. Zekât vermekle mükellef olanların fitre vermesi vaciptir.
Sadaka-i fıtır, insan fıtratındaki yardımlaşma ve dayanışmanın bir gereği olarak insan varlığının zekâtı kabul edilmiştir. Bu nedenle sadaka-i fıtr’a, “can sadakası” veya “beden sadakası” da denilmektedir. Diğer taraftan fitre, yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesinde, bayram gününün neşesinden onların da istifade etmelerinde önemli bir rol oynar.
Zekât, bizzat elden verilebileceği gibi, vekâlet veya havale yoluyla da verilebilir. Burada önemli olan, zekâtın alacak kişiye ulaşmasıdır. Ramazan ayında belediye, dernek veya vakıflarca hazırlanan iftar yemekleri, aşevlerinde dağıtılan yemekler zekât/fitre yerine geçer mi? Belediye, dernek veya vakıflarca hazırlanıp, ikram edilen iftar yemekleri zekât yerine geçmez. Çünkü bu ikramda, zekâtın sıhhat şartı olan temlik bulunmadığı gibi, iftar yemeği yiyenler arasında kendilerine zekât verilmesi caiz olmayan birçok kişi de bulunmaktadır. Ancak hazırlanan yemekler zekât niyetiyle yoksulların evine gönderilir veya kendilerine verilirse zekât olur.
Zekât verilecek sınıflardan birisi de kölelerdir. Köleler kimlerdir? “Modern Kölelik” tabirinden ne anlamalıyız?
İslâm’da zekât, sosyal adaletin omurgasıdır. Zekât farizası ihya edilmeden Kur’ân-ı Kerim’in hedeflediği sosyal inkılap gerçekleşemez.
İslâm’da fakirlik probleminin çözüm çaresinin başında imandan sonra zekât gelir. Fakirlik bir dert ise, zekât bu derdin bütün devirlerdeki dermanıdır.
Köle, başkasının mülkü olup kendine ait bir mülkü söz konu¬su olmadığı için zekâta müstehik değildir. Ancak esir misali, kölelik kaydından kurtulabilmek için efendisiyle akd-i kitabet ya¬pan ve teklif edilen meblağı ödediği takdirde hürriyetine kavuşma imkanı bulunan "mükateb köle"ye zekat vermek meşru ve caizdir.
Nitekim Kur`an-ı Kerim`de zekatın sarf ciheti belirlenirken sekiz sınıftan birinin "rikab" olduğu açıklanmaktadır.
Ancak ayette geçen "rikab" kavramı üzerinde durulmuş ve farklı tarif ve yorumlar yapılmıştır:
a) Ali b. Ebi Talib (r.a.), Said b. Cübeyr, el-Leys, İmam Sevri, İmam Ebu Hanife ve İmam Şafii`ye göre: Bundan maksat, ken¬disiyle akd-i kitabet yapılan kölelerdir. Efendisiyle yaptığı yazılı sözleşmeye göre, takdir edilen mal veya parayı temin edip getir¬diği takdirde hürriyetine kavuşturulacaktır. Böylece muhtaç du¬rumda olan bu köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için zekat ver¬mek caiz ve meşrudur.
b) İbn Abbas, Hasan el-Basri, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd`e göre: Bundan maksat, kendi¬siyle akd-i kitap yapılan köleler değildir. Çünkü onlar "ğarimin" yani borçlular kapsamına girmektedir. Burada "rikab"ın delalet ettiği mana, zekat parasıyla köle satın alıp azad etmektir.
c) İmam Zühri`ye göre, bu kavram her iki yorumu da kapsa¬maktadır. O halde zekat hem kendisiyle akd-i kitabet yapılan köleye, hem de bu parayla köle satın alıp azad etmeğe sarfedilebilir.
Konuyla İlgili Hadis Ve Rivayetler
İbn Abbas (r.a.) diyor ki:
"Müslüman zenginin malından çıkardığı zekatla köle azad etmesinde bir sakınca yoktur." (Sahih-i Buhari, zekât: 49) Bera` b. Azib (r.a.) diyor ki:
"Bir adam Peygamber (s.a.v.) Efendimize geldi ve şöyle dedi:
"Ya Rasulallah! Beni cen¬nete yaklaştıracak, cehennem ateşinden uzaklaştıracak bir amele irşad eyle, yol göster." Rasulüllah (s.a.v.) ona şöyle buyurdu:
"Bir can (bir insan) azad et ve köle (ve esirin) bağını çöz (hürriyetlerine kavuştur)".
Bunun üzerine adam:
"Ya Rasulallah! Neseme ile rakabe bir değil mi?" diye sordu. Efendimiz ona:
"Hayır, bir canı (insanı) azad etmek, onu yalnız başına hürriyetine kavuşturmandır. Köle (veya esirin) bağını çözüp hürriyetine kavuşturmak ise, ona ödenecek para konusunda yardımcı olmandır." ( Sünen-i Darekutni, Müsned-i Ahmed: 4/299 )
Ebu Hureyre (r.a.) den yapılan rivayete göre, Rasulüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Üç kimse vardır ki, on¬ların hepsine yardım etmek Allah üzerine bir haktır: Allah yolunda gazada bulunan (savaşıp cihad eden); yapılan sözleşme gereği istenilen meblağı efendisine ödemeğe çalışan mukateb (köle) ve iffet ve namusunu korumak için evlenen kimse." (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai, nikah: 5, cihad: 12, İbn Mace, ıtk: 3 )
Mezhep imamlarının hemen hepsi, zekat ile köle azad etme¬nin ve kendini azad ettirmek için belirlenen meblağı temine çalışan köleye zekat vermenin caiz olduğunu belirtmişlerdir. An¬cak bu iki şıktan birine cevaz verip diğerinde tereddüt izhar edenler de olmuştur. Cumhurun ise birinci görüşü benimsediği bilin¬mektedir.
İslâm’ın mahkûm, küfrün hakim olduğu ülkelerde Müslümanlar küfre ve kâfirlerin idaresine rıza göstermedikleri müddetçe köle değil sadece esirdirler. Asrımızda Hilafetsiz ve Halifesiz kalmış Müslümanlar esirlerden sayılırlar. Bu Müslümanları esaretten kurtaracak ve onları Allah’ın mülkünde Allah’ın şeriatiyle idare olunma imkânına kavuşturacak cihad ibadetinin ihyası için zekâtı ayırmak, kölelere zekât vermek cümlesindendir.
Müellefe-i kulûb’tan ne anlamalıyız ve günümüzde zekâtın kalpleri İslâm’a ısındırmadaki rolü nedir?
İslâm dini, insanların kalıblarını kazanmadan önce kalblerini kazanmayı hedef edinen bir dindir. Müellefe-i kulûb‘a zekâttan pay verilmesi Kur’an‘la sabit bir uygulamadır. Müellefe-i kulûb; zekât verilmek sûretiyle kalpleri İslâm`a karşı yumuşatılmak, zararsız hale getirilmek veya dinde sebat ettirilmek istenen kimseleri ifade eder. Müslümanların sayısının az, güç ve kuvvetlerinin zayıf olduğu devirlerde bu sınıf, müşriklerin etkisiz hâle getirilmesinde, yeni Müslüman olmuş zayıf inançlı kişilerin imanının sağlamlaştırılmasında ve bazı müşriklerin İslâmiyet`i kabul etmesinde bir vasıta olarak kullanılmış ve bu metodun uygulanması ile büyük faydalar sağlanmıştır. Ancak Müellefe-i kulûb hakkındaki yanlış uygulamada bulunmamak gerekir. Ortada kalbinin İslâm‘a ısındırılmasında maslahat bulunan ve kalbinin İslâm‘a ısınacağı umulan bir şahıs yoksa Müslümanlar‘ın kaynaklarını şuna buna peşkeş çekmek, Makasıdû’l Kur’ân’a muhaliftir.Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: Usul-i Fıkıh‘ta “illet” bahsinde genişçe ele alındığı gibi, bir hükmün türemiş bir kelime üzerine bina edilmesi, türetilmiş kelimenin kökünün illet olma özelliğini ifade eder. Mesela hırsıza verilecek cezanın tayin edildiği 5/el-Mâide, 38. ayetinde hüküm, “es-Sâriku ve’s-sârikatu” kelimeleri üzerine bina edilmiştir. Bu kelimeler “sirkat” kökünden türemiştir; dolayısıyla zikredilen hükmün illetinin “sirkat” (hırsızlık) fiili olduğunu ifade eder. Burada hüküm “müellefe” kelimesi üzerine bina edilmiştir ; bu da hükmün illetinin “te’lîf” (kalbin ısındırılması) olduğunu gösterir. Kimin kalbinin İslâm‘a ısındırılabileceği içtihadî bir keyfiyettir. Şu halde yıllardır zekâttan pay aldıkları halde İslâm‘a girme yönünde kendilerinden herhangi bir niyet görülmeyen, ya da İslâm‘a zarar verme güçlerini kaybetmiş olan “beleşçiler”e kaynak aktarma uygulamasına son vermenin sadece içtihadî değil, Kur’an nassıyla sabit bir davranış olduğunu söylemek durumundayız. Asrımızda laikliğe iman etmiş Demokrat sağcı ve solcu müşriklere zekâttan pay ayırmak, zekât ibadetine ihanet etmektir. Bunu Kur’ân’ın “Müellefe-i Kulûb” tabiri izah etmek, Kur’ân’ı istismar etmektir.
Müellefe-i kulûbun bir uygulama olarak Hz. Peygamber (s.a.v)`in devrinde ve Hz. Ebubekir (r.a)`ın hilâfetinin ilk dönemlerinde devam ettiği bilinmektedir. Hz. Ömer (r.a), Hz. Ebubekir (r.a)`in hilâfeti zamanında İslâmiyetin ve müslümanların kuvvetlendiği gerekçesi ile, artık bu sınıfa zekât vermeye ihtiyaç kalmadığını belirterek bu sınıfa zekât verilmesine karşı çıkmıştır. Hz. Ömer (r.a)`in bu hareketi, Hz. Ebubekir (r.a) ve diğer sahabeler tarafından da tasdik edilmiştir. Hz. Ömer (R.a.) haşa Kur’ân’ın hükmünü iptal etmemiştir. Aksine şartlar oluşmadığı bu hükmü uygulamamıştır. İslâm âlimleri içinde müellefe-i kulûbun ebediyyen yürürlükten kalktığı görüşünü savunanların yanında, bu sınıfın her devirde geçerli olduğunu müdafaa edenler de vardır. Özetle müellefe-i kulûb sınıfı, İslâm`ın mücâdele metodunun mâlî güçlerle de takviye edilebileceğini gösterir. Bu yol, İslâm inancının güçlenmesinde ve yayılmasında önemli bir metoddur. Düşmanı para ile yumuşatmak, etkisiz hâle getirmek ve millet için zararlı bir unsur olma ihtimali bulunan kimseleri, iman dâiresi içinde sağlam bir şekilde oturtmak için onlara zekâttan bir hisse ayrılmış ve bir fon açılmıştır. Düşman sırlarını elde edebilmek için ajan ve casuslar yetiştirmek, İslâm`a karşı yönelen tehlikeleri etkisiz hâle getirebilmek ve düşman basın ve iletişim araçlarını, İslâm`ın lehine çevirme yolunda gerekli harcamalarda bulunmak da bu fona dahildir (Daha geniş bilgi için bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1328/1910, II, 42, vd.; İbnü`l- Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Bulak 1315, II, 14 vd.; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtar, Mısır, t.y., II, 79 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, Mısır, t.y., I, 266 vd.).
Müslümanlar, insanların kalblerini İslâm’a ısındırmak, insanları İslâm’a kazandırmakla mükelleftirler. Zekât farzını ihya ederlerken imkânlarını yeiden gözden geçirmelidir. Kalbleri İslâm’a ısındırma ve kazandırma konusunda âlimler, mutlaka ilimlerinin zekâtını vermelidir. Şunu bilelim ki; âlimlerin sahip oldukları ilmin de bir zekâtı vardır. İlmin zekâtı, vaktinde onu neşretmektir. İlmini ketmeden âlimler, malının zekâtını vermeyen-lerden farksızdırlar.
Gerek konu ile alakalı ve gerekse de konu dışı olabilir; okurlarımıza bir mesajınız var mı?
Zekât, cimriliğe karşı verilen bir cömertlik savaşıdır. “Ben tok olduktan sonra insanlar açlıktan ölmüş bana ne” felsefine indirilen bir Kur’ân darbesidir. Kapitalizmi ve Sosyalizmi birbirinden ayırmadan birlikte tarihin çöplüğüne atma iradesidir. Anayasalarında zekât diye bir farz bulunmayan devletler; Fiarvunîdirler, Karûnîdırler ve Nemrudîdırler. İçinde fakir-fukaranın hakkı olan zekâtı zenginlerden almayı emreden madde bulundurmayan anayasalar, fakir-fukaranın önüne konulan anayasaklardır. Zekât, toplumda yükselen“Herkesin var bir kesi, ben bi kesin, yok kimsesi. Ben bi kesin, sen ol kesi, ey kimsesizler kimsesi!” feryadına Müslüman’ca cevap vermektir.
İslâm coğrafyasının kahır ekseriyetinin harbi ve mürtedlerin istlâsına yenik düştüğü bir çağdayız. Vaktin vacibi, zekât vermekle mükellef olan mü’minlerin zekâtlarını cihada ayırmalarıdır. İslâm topraklarında Harbi ve mürtedlerin istlâsını kırmaya çalışan Allah yolundaki mücahidleri zekâtla techizlendirmek, vaktin vacibidir. Canilerin cinayetlerine yenik düşen Müslümanlar, mutlaka zekâtlarını cihada ayırmalıdırlar. Aksi takdirde canilerin cinayetlerinden kurtulamazlar. M. Hamdi Yazır (Rh.a.) der ki: "Ancak mücahidlerin cihatta muhtaç oldukları her türlü levazım ve mühimmat, yani "Onlara karşı kuvvet hazırlayın." (Enfal, 8/60) âyetinin kapsamı içinde olup da yalnızca kendi imkânları ile tedarik edilmesi mümkün "cihad ihtiyaçları"nın hepsi bu fî sebîlillâh harcama yerine girer. (...) Sadaka sahibi, sadakasını fî sebîlillah olmak üzere muhtaç olan mücahidlere temlik veya komutana teslim etmekle vacibi eda etmiş olur. Kumandan da onu velayet yoluyla alıp mücahidlerin cihattaki ihtiyacına yerli yerinde ve en uygun şekilde harcamakla velayet görevini ifa etmiş ve emaneti yerine ulaştırmış olur. Ve ihtiyacın özelliğine göre, mücahidlerin doğrudan doğruya şahısları söz konusu olmayıp teker teker temlik gerekli olmayabilir. Mesela, yiyecek ve giyecek şahsa tahsis edilebilir de ağır silahlar birliğin emrine tahsis edilir. Daha doğrusu kumandanın emrine verilir."(Hak Dini Kur`ân Dili, IV/2578-2581)
Cihadı terk eden toplumlara Firavunlar, zekâtı terk eden toplumlara da Karunlar musallat olur. Firavunsuz ve Karunsuz bir dünyada yaşamak cihad ve zekât ibadetlerini birlikte ihya etmekle mümkündür. İslâm’ın ve Müslümanların ayakta kalmalarına sebep olacak hizmetler,“Fî sebîlillah” kapsamına girerler. Zekât bütün zamanların ve mekânların imkânıdır. Kendilerini ve zekât almaya müstahak olanları zekâttan mahrum edenlerin tezkiyeleri olmaz. Müslüman olarak hep Allah yolunda ve Allah için olalım. Zekâtlarımızı cihada ayıralım ki küfrün belini, iktidarını kırma imkânına kavuşalım.

MUSTAFA ÇELİK HOCA KİMDİR?
1960`da Ş.Urfa`nın Bozova ilçesinin Boztepe köyünde doğdu. İlk tahsilini Boztepe Köyü ilkokulunda tamamladı. 1973-74 öğretim yılında orta kısmı Ş.Urfa’da, liseyi de 1980-81 tarihinde Bitlis İmam-Hatip Lisesi`nde tamamladı. Yazı hayatına ortaokul yıllarında başladı. “İslami Hareket Fıkhı / Hizbullah” isimli eserinden dolayı 2 yıl ceza aldı.
Yazarın bugüne kadar: Ölçü, Yenda, Misak, Fütüvvet yayınlarından 100 üzerinde eseri yayınlandı. Halen Yeni Akit Gazetesinde, Misak, Ribat, Vuslat, gibi dergilerde yazmakta olup, konferans ve sohbetlerine devam etmektedir.
İslâm’ın mahkûm, küfrün hakim olduğu ülkelerde Müslümanlar küfre ve kâfirlerin idaresine rıza göstermedikleri müddetçe köle değil sadece esirdirler. Asrımızda Hilafetsiz ve Halifesiz kalmış Müslümanlar esirlerden sayılırlar. Bu Müslümanları esaretten kurtaracak ve onları Allah’ın mülkünde Allah’ın şeriatiyle idare olunma imkânına kavuşturacak cihad ibadetinin ihyası için zekâtı ayırmak, kölelere zekât vermek cümlesindendir.
Müellefe-i kulûb’tan ne anlamalıyız ve günümüzde zekâtın kalpleri İslâm’a ısındırmadaki rolü nedir?
İslâm dini, insanların kalıblarını kazanmadan önce kalblerini kazanmayı hedef edinen bir dindir. Müellefe-i kulûb‘a zekâttan pay verilmesi Kur’an‘la sabit bir uygulamadır. Müellefe-i kulûb; zekât verilmek sûretiyle kalpleri İslâm`a karşı yumuşatılmak, zararsız hale getirilmek veya dinde sebat ettirilmek istenen kimseleri ifade eder. Müslümanların sayısının az, güç ve kuvvetlerinin zayıf olduğu devirlerde bu sınıf, müşriklerin etkisiz hâle getirilmesinde, yeni Müslüman olmuş zayıf inançlı kişilerin imanının sağlamlaştırılmasında ve bazı müşriklerin İslâmiyet`i kabul etmesinde bir vasıta olarak kullanılmış ve bu metodun uygulanması ile büyük faydalar sağlanmıştır. Ancak Müellefe-i kulûb hakkındaki yanlış uygulamada bulunmamak gerekir. Ortada kalbinin İslâm‘a ısındırılmasında maslahat bulunan ve kalbinin İslâm‘a ısınacağı umulan bir şahıs yoksa Müslümanlar‘ın kaynaklarını şuna buna peşkeş çekmek, Makasıdû’l Kur’ân’a muhaliftir.Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: Usul-i Fıkıh‘ta “illet” bahsinde genişçe ele alındığı gibi, bir hükmün türemiş bir kelime üzerine bina edilmesi, türetilmiş kelimenin kökünün illet olma özelliğini ifade eder. Mesela hırsıza verilecek cezanın tayin edildiği 5/el-Mâide, 38. ayetinde hüküm, “es-Sâriku ve’s-sârikatu” kelimeleri üzerine bina edilmiştir. Bu kelimeler “sirkat” kökünden türemiştir; dolayısıyla zikredilen hükmün illetinin “sirkat” (hırsızlık) fiili olduğunu ifade eder. Burada hüküm “müellefe” kelimesi üzerine bina edilmiştir ; bu da hükmün illetinin “te’lîf” (kalbin ısındırılması) olduğunu gösterir. Kimin kalbinin İslâm‘a ısındırılabileceği içtihadî bir keyfiyettir. Şu halde yıllardır zekâttan pay aldıkları halde İslâm‘a girme yönünde kendilerinden herhangi bir niyet görülmeyen, ya da İslâm‘a zarar verme güçlerini kaybetmiş olan “beleşçiler”e kaynak aktarma uygulamasına son vermenin sadece içtihadî değil, Kur’an nassıyla sabit bir davranış olduğunu söylemek durumundayız. Asrımızda laikliğe iman etmiş Demokrat sağcı ve solcu müşriklere zekâttan pay ayırmak, zekât ibadetine ihanet etmektir. Bunu Kur’ân’ın “Müellefe-i Kulûb” tabiri izah etmek, Kur’ân’ı istismar etmektir.
Müellefe-i kulûbun bir uygulama olarak Hz. Peygamber (s.a.v)`in devrinde ve Hz. Ebubekir (r.a)`ın hilâfetinin ilk dönemlerinde devam ettiği bilinmektedir. Hz. Ömer (r.a), Hz. Ebubekir (r.a)`in hilâfeti zamanında İslâmiyetin ve müslümanların kuvvetlendiği gerekçesi ile, artık bu sınıfa zekât vermeye ihtiyaç kalmadığını belirterek bu sınıfa zekât verilmesine karşı çıkmıştır. Hz. Ömer (r.a)`in bu hareketi, Hz. Ebubekir (r.a) ve diğer sahabeler tarafından da tasdik edilmiştir. Hz. Ömer (R.a.) haşa Kur’ân’ın hükmünü iptal etmemiştir. Aksine şartlar oluşmadığı bu hükmü uygulamamıştır. İslâm âlimleri içinde müellefe-i kulûbun ebediyyen yürürlükten kalktığı görüşünü savunanların yanında, bu sınıfın her devirde geçerli olduğunu müdafaa edenler de vardır. Özetle müellefe-i kulûb sınıfı, İslâm`ın mücâdele metodunun mâlî güçlerle de takviye edilebileceğini gösterir. Bu yol, İslâm inancının güçlenmesinde ve yayılmasında önemli bir metoddur. Düşmanı para ile yumuşatmak, etkisiz hâle getirmek ve millet için zararlı bir unsur olma ihtimali bulunan kimseleri, iman dâiresi içinde sağlam bir şekilde oturtmak için onlara zekâttan bir hisse ayrılmış ve bir fon açılmıştır. Düşman sırlarını elde edebilmek için ajan ve casuslar yetiştirmek, İslâm`a karşı yönelen tehlikeleri etkisiz hâle getirebilmek ve düşman basın ve iletişim araçlarını, İslâm`ın lehine çevirme yolunda gerekli harcamalarda bulunmak da bu fona dahildir (Daha geniş bilgi için bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1328/1910, II, 42, vd.; İbnü`l- Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Bulak 1315, II, 14 vd.; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtar, Mısır, t.y., II, 79 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, Mısır, t.y., I, 266 vd.).
Müslümanlar, insanların kalblerini İslâm’a ısındırmak, insanları İslâm’a kazandırmakla mükelleftirler. Zekât farzını ihya ederlerken imkânlarını yeiden gözden geçirmelidir. Kalbleri İslâm’a ısındırma ve kazandırma konusunda âlimler, mutlaka ilimlerinin zekâtını vermelidir. Şunu bilelim ki; âlimlerin sahip oldukları ilmin de bir zekâtı vardır. İlmin zekâtı, vaktinde onu neşretmektir. İlmini ketmeden âlimler, malının zekâtını vermeyen-lerden farksızdırlar.
Gerek konu ile alakalı ve gerekse de konu dışı olabilir; okurlarımıza bir mesajınız var mı?
Zekât, cimriliğe karşı verilen bir cömertlik savaşıdır. “Ben tok olduktan sonra insanlar açlıktan ölmüş bana ne” felsefine indirilen bir Kur’ân darbesidir. Kapitalizmi ve Sosyalizmi birbirinden ayırmadan birlikte tarihin çöplüğüne atma iradesidir. Anayasalarında zekât diye bir farz bulunmayan devletler; Fiarvunîdirler, Karûnîdırler ve Nemrudîdırler. İçinde fakir-fukaranın hakkı olan zekâtı zenginlerden almayı emreden madde bulundurmayan anayasalar, fakir-fukaranın önüne konulan anayasaklardır. Zekât, toplumda yükselen“Herkesin var bir kesi, ben bi kesin, yok kimsesi. Ben bi kesin, sen ol kesi, ey kimsesizler kimsesi!” feryadına Müslüman’ca cevap vermektir.
İslâm coğrafyasının kahır ekseriyetinin harbi ve mürtedlerin istlâsına yenik düştüğü bir çağdayız. Vaktin vacibi, zekât vermekle mükellef olan mü’minlerin zekâtlarını cihada ayırmalarıdır. İslâm topraklarında Harbi ve mürtedlerin istlâsını kırmaya çalışan Allah yolundaki mücahidleri zekâtla techizlendirmek, vaktin vacibidir. Canilerin cinayetlerine yenik düşen Müslümanlar, mutlaka zekâtlarını cihada ayırmalıdırlar. Aksi takdirde canilerin cinayetlerinden kurtulamazlar. M. Hamdi Yazır (Rh.a.) der ki: "Ancak mücahidlerin cihatta muhtaç oldukları her türlü levazım ve mühimmat, yani "Onlara karşı kuvvet hazırlayın." (Enfal, 8/60) âyetinin kapsamı içinde olup da yalnızca kendi imkânları ile tedarik edilmesi mümkün "cihad ihtiyaçları"nın hepsi bu fî sebîlillâh harcama yerine girer. (...) Sadaka sahibi, sadakasını fî sebîlillah olmak üzere muhtaç olan mücahidlere temlik veya komutana teslim etmekle vacibi eda etmiş olur. Kumandan da onu velayet yoluyla alıp mücahidlerin cihattaki ihtiyacına yerli yerinde ve en uygun şekilde harcamakla velayet görevini ifa etmiş ve emaneti yerine ulaştırmış olur. Ve ihtiyacın özelliğine göre, mücahidlerin doğrudan doğruya şahısları söz konusu olmayıp teker teker temlik gerekli olmayabilir. Mesela, yiyecek ve giyecek şahsa tahsis edilebilir de ağır silahlar birliğin emrine tahsis edilir. Daha doğrusu kumandanın emrine verilir."(Hak Dini Kur`ân Dili, IV/2578-2581)
Cihadı terk eden toplumlara Firavunlar, zekâtı terk eden toplumlara da Karunlar musallat olur. Firavunsuz ve Karunsuz bir dünyada yaşamak cihad ve zekât ibadetlerini birlikte ihya etmekle mümkündür. İslâm’ın ve Müslümanların ayakta kalmalarına sebep olacak hizmetler,“Fî sebîlillah” kapsamına girerler. Zekât bütün zamanların ve mekânların imkânıdır. Kendilerini ve zekât almaya müstahak olanları zekâttan mahrum edenlerin tezkiyeleri olmaz. Müslüman olarak hep Allah yolunda ve Allah için olalım. Zekâtlarımızı cihada ayıralım ki küfrün belini, iktidarını kırma imkânına kavuşalım.

MUSTAFA ÇELİK HOCA KİMDİR?
1960`da Ş.Urfa`nın Bozova ilçesinin Boztepe köyünde doğdu. İlk tahsilini Boztepe Köyü ilkokulunda tamamladı. 1973-74 öğretim yılında orta kısmı Ş.Urfa’da, liseyi de 1980-81 tarihinde Bitlis İmam-Hatip Lisesi`nde tamamladı. Yazı hayatına ortaokul yıllarında başladı. “İslami Hareket Fıkhı / Hizbullah” isimli eserinden dolayı 2 yıl ceza aldı.
Yazarın bugüne kadar: Ölçü, Yenda, Misak, Fütüvvet yayınlarından 100 üzerinde eseri yayınlandı. Halen Yeni Akit Gazetesinde, Misak, Ribat, Vuslat, gibi dergilerde yazmakta olup, konferans ve sohbetlerine devam etmektedir.
Kaynak:İnzar Dergisi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.